Baharın ilk günü, Arap çöllerinde dünyaya gelmişti mavi kız. Ancak ne yeşile – yeşillere, ne de sıcak havalara düşkündü. Su buharı gibiydi ruhu, sis gibi – kıştan yeni uyanan doğanın “sabah mahmurluğu” vardı üzerinde hep ve belki de bu yüzden grileri, toz renkleri, mavinin değdiği şeyleri severdi. Dışı soğuk, içi sıcacık olanlara düşkündü. Mavi kız “bahar insanı” sayardı kendini, ama komşunun tavuğu misali, hep diğer baharda arardı saadetini. Onun güçlü tonlarına, allarına morlarına kapılır – bir becerebilse de onlara sarıp sarmalarsa kendini, sanki daha mutlu olabilirmiş sanırdı. Mavinin kahve tonlarına uyumu, suyun toprağa aşkı gibiydi onun sonbahara olan bu merakı…yumuşak ve rahat – soğuk ve yağmurlu bir günde, iç ısıtan bir kupa sıcak çikolata gibi.
“Huzurlu bir melankoli.” derdi sonbahar için hisleri sorulduğunda. Ve hep “Ankara’ya en çok yakışan!” diye düşünürdü kendi kafasında. Şimdi Romanya’daki tek göz oda evinden dışarıyı izlerken anlıyordu, Ankara’ya en çok sonbahar yakışıyordu – evet; ama Romanya sonbahara daha çok yakışıyordu.
Uzun bir fırt çekerek sigarasını bitirirken Ankara’ya, şehrine, kendisine en çok yakıştırdığı sonbahara en çok yakışanın o olmadığını gördü ve içi burkuldu mavi kızın. Rekabetten ölesiye korkan ve kaçan biri için, hazmetmek zordu bunu. Sigarasını söndürürken “en azından manzara muazzam…” diyordu.
1 comment:
o Evet, muhtemelen bu yuzden
Post a Comment