mavi kız hikayeleri - blue girl stories


I am not in this world to live up to your expectations, and you are not in this world to live up to mine.
You are you, and I am I, and if by chance we find each other,
it's beautiful.


If not, it can't be helped
.



Tuesday, November 16, 2010

64

Yürek! Onu unutacağız!
Bu gece – sen ve ben!
Sen verdiği sıcaklığı
unutabilirsin –
Işığı unutacağım ben!

İşini bitirdiğinde, ne olur söyle
Ki hemen başlayayım!
Çabuk ol! yoksa sen oyalanırken
Ben onu hatırlarım!

- Emily Dickinson 

Saturday, November 13, 2010

Quotation

"Looking back at the worst times, 
it always seems that they were times in which there were people who believed with absolute faith and absolute dogmatism in something. And they were so serious in this matter that they insisted that the rest of the world agree with them. And then they would do things that were directly inconsistent with their own beliefs in order to maintain that what they said was true." 
—The Meaning Of It All: Thoughts of a Citizen-Scientist, 1998, Richard Feynman

Sunday, October 24, 2010

Bi uyuyup uyanmak

Çok acıyordu canı mavi kızın. O kadar çok acıyordu ki, artık içinde tutamaz olmuştu – elini attığı her şeye; yazılarına, resimlerine, sözlerine ve en çok da gözlerine bulaşmıştı içindeki o kara, kapkara acı…içinden atışı bile dindirmiyordu ama sancısını. bilmiyordu, bilemiyordu ve kimseye de soramıyordu: neden?

Çok direndi mavi kız. Kalmak için elinden geleni yapıyordu aslına “gitmek istiyorum…” derken bile. Sertab Erener Bir Çaresi Bulunur” diye fısıldamıştı ona o bitmez gözüken karanlık günlerde. Hele bir uyuyup uyansa, her şeyi geride bırakabilir diye umuyordu mavi kız safça. Ama sonunda yenildi…ve bu kez gitti.

Çok da iyi etti.

Keşke daha önce gitseydim!

Şimdi, yalnızca bir ay sonra, bunu içi rahat, yüzü gülüyor, yeniden parıldıyorken, hoş bir kahkaha eşliğinde umarsızca söylüyordu mavi kız. Bu gün onca zaman sonra ilk kez dinlediğinde o şarkıyı, sanki bir başkasının anlattığı ona uzak anıları hatırlar hissetti kendini.

Bir çaresi bulunmuştu çünki. 

Thursday, October 14, 2010

Romanya'da sonbahar

Baharın ilk günü, Arap çöllerinde dünyaya gelmişti mavi kız. Ancak ne yeşile – yeşillere, ne de sıcak havalara düşkündü. Su buharı gibiydi ruhu, sis gibi – kıştan yeni uyanan doğanın “sabah mahmurluğu” vardı üzerinde hep ve belki de bu yüzden grileri, toz renkleri, mavinin değdiği şeyleri severdi. Dışı soğuk, içi sıcacık olanlara düşkündü. Mavi kız “bahar insanı” sayardı kendini, ama komşunun tavuğu misali, hep diğer baharda arardı saadetini. Onun güçlü tonlarına, allarına morlarına kapılır – bir becerebilse de onlara sarıp sarmalarsa kendini, sanki daha mutlu olabilirmiş sanırdı. Mavinin kahve tonlarına uyumu, suyun toprağa aşkı gibiydi onun sonbahara olan bu merakı…yumuşak ve rahat – soğuk ve yağmurlu bir günde, iç ısıtan bir kupa sıcak çikolata gibi.

Huzurlu bir melankoli.” derdi sonbahar için hisleri sorulduğunda. Ve hep “Ankara’ya en çok yakışan!” diye düşünürdü kendi kafasında. Şimdi Romanya’daki tek göz oda evinden dışarıyı izlerken anlıyordu, Ankara’ya en çok sonbahar yakışıyordu – evet; ama Romanya sonbahara daha çok yakışıyordu.


Uzun bir fırt çekerek sigarasını bitirirken Ankara’ya, şehrine, kendisine en çok yakıştırdığı sonbahara en çok yakışanın o olmadığını gördü ve içi burkuldu mavi kızın. Rekabetten ölesiye korkan ve kaçan biri için, hazmetmek zordu bunu. Sigarasını söndürürken “en azından manzara muazzam…” diyordu. 

Wednesday, September 08, 2010

Monday, July 05, 2010

Friday, July 02, 2010

tatil.



Originally uploaded by
nepnep®
"Çok çok çok çok fazla çok çok (türk diline hakim olmayışı – olamayışı onu böyle kısır bırakıyordu betimleme denemelerimde ) fazla, böyle – başa çıkılamaz derecede çok korkunç zamanlar yaşadım şu son 1 yılda." dedi mavi kız karşısındaki kırmızı adama. "En azından benim için öyleydi, çıkamadım başa zaten dolayısıyla da." Bir enkaz halinde kaçmıştı o en güvendiğinin yanına. Kırmızı adam onu bakışlarında saklı sessiz bir sana nolmuş???la karşıladı önce, ardından sen kimsin ve mavi kıza ne yaptın?!a dönen o bakışlar, sonunda AMAN TANRIM!!!a ulaştı ve 'ev' dedikleri o kuru yere oldukça sert ültimatomlar uçması ile sonuçlandı…


uzun bir süre sabırla mavi kızın konuşmasını bekledikten sonra kırmızı adam dayanamayarak sordu "neyin var?" diye.

O kadar çok istiyordu ki anlatmak mavi kız, her ne varsa içinde hepsini orda içinden atmak. Ama bir türlü hiçbir ses çıkmıyordu ağzından. Konuşamıyordu...o yine susuyordu.

"neden cevap vermiyorsun?" diyerek sinirlenmeye başlamıştı kırmızı adam. Çaresizlik ne alışık olduğu, ne de başa çıkmakta başarılı olduğu bir konu olmamıştı hiçbir zaman.

Nasıl anlatılabilir ki bu, cevap vermek istiyorum – ama ağzımdan ses çıkmıyor! nasıl denir ki gerçek bir gerzek gibi görünmeden?! diye düşüyordu mavi kız ama sonunda dayanamadı ve patladı kırmızı adam "bir şey söyle – herhangi bir şey!".

Mavi kız bir sürü "bilmiyorum"dan sonra "gerçekten güvendiğim ve beni gerçekten sevdiğine inandığım birine ihtiyacım var…sana ihtiyacım var" diyebildi hıçkırmadan hemen önce. Ve işte o zaman sımsıkı sarıldı kırmızı adam ona.

Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle aynadaki yansımasına bakarken ve içeride telefonla konuşan kırmızı adamın hakkında "ölüyor! ve siz bunu göremiyorsunuz… onu öldürüyorsunuz!" dediğini duyarken, Stephenie Meyer acaba bu tür bir kırmızılıktan mı bahsediyordu? diye düşünüyordu. Evin yavru, gri kedisini kucağına alıp onunla oynarken, kısık sesle bir melodi mırıldanmaya başladı sonra.

4 gün sürdü yaralarını sarmak. 4 gün boyunca ona dair her şey yine yeniden yerine oturmaya çalıştı. Ve 5. günde yine yeniden  mavi kız vardı.


Defterini açtım önüne ve başladı yazmaya. Hayatında olanı, olması gerekeni, olmasını istediklerini ve nasıl olacaklarını. Artık zamanı vardı, yeniden hali vardı. Tatile gidiyordu – uzun bir tatil yapacak, aldığı kararları tek tek hayata geçirecekti – kediye baktı ve sesli olarak "bana şans dile..." dedi.

Saturday, June 19, 2010

which way?!

Personally speaking, the thing that bugs me most about growing up is the “growing apart” part. The change in time and place, I handle just fine – thank you very much. But the drastic changes that everyone around me seems to be going through nowadays, more importantly the way they project it on to me, is just a bit too much to handle. I won’t reveal the dirty laundry here – or what and how they project…but there is two milestone developments that hit home too close:

Dicle, my class and fate mate, is getting married today…MARRIED!!! Which is good, because they really do seem to be right for each other – it’s always great when you see two good people happy. But also very bad, because she had plans, we had plans damn it! She was going to be so much more than “a wife”…there was so much we were going to accomplish academically and professionally – now I’m not even sure if she’ll finish her PhD.  

Derya, who I’ve been glued to since forever (since 1992 to be specific), graduated just two days ago from her second university and yesterday got herself a job (by accident I might add), which again is great news. The bummer is that the said job is in Istanbul…which is so not Ankara. We’ve never been apart for more than a month (and that was only for vacations and stuff) since the first gulf war!!! No matter how mad I get at her (I’m not even getting into the whole “my two best friends started dating!!!” thing – still have trouble adjusting to it sometimes.), the truth is I do love her…dearly. Plus I’m not sure if I function properly without her…

I know it’s selfish to think about stuff like this as if they’ve got anything to do with me, it’s their lives after all…but that’s just me – selFISH!
^_~

Monday, June 14, 2010

"neydim değil, ne olacağım" demeli insan

bir zamanlar çok cesurdu mavi kız. yersizce, aptalca cesurdu hem de. cehaletin verdiği cesareti ile hem boyundan, hem yaşından büyük işlere gözleri açık balıklama atlardı...biraz morardığı da olurdu, zaman zaman yara bere aldığı da - ama önemsiz küçük sıyrıklar, çok da derin olmayan kesikler, sadece bastırınca acıyan çürüklerdi bunlar hep. 

sonra birşey oldu.

noldu?!

hafif gümüş simli, lilalı - sarılı bir sis perdesi var hikayenin tam da bu noktasına oturmuş...sesler var, alaylı bir havada, uzak ve boğuk kelimeler var, anlamsızca uçuşan. hızla hareket eden, sert ve kaba bedenlerin silüetleri var, kim olduklarını çıkarmak mümkün olmayan. 

birşey oldu ama, noldu bir türlü hatırlayamıyordu mavi kız"bir noktada cehaletin sona erdi..." diyordu içindeki bir ses. cehaleti ile birlikte cesaretini de kaybetmişti anlaşılan. o artık korkuyordu - çok korkuyordu.  



Thursday, June 10, 2010

heppi b-day my variegated breeze!



I am so very very lucky to have you in my life 
to be able to call you my friend 
- I call you much more than that actually -
iyiki doğdun ebruşkam!

 

Thursday, May 13, 2010

Sunday, May 02, 2010

havayı dinleyen balık

nedenlerini unutuyordu küçük balık, sadece kararlarını hatırlıyordu...ve bu konuda çok önceden - en başından verilmiş kararları vardı.

aklı olsaydı, arkalarında dururdu.






küçük balık saftı, biraz ürkek, işin aslı oldukça da aptaldı. düşünceleri değil, düşleri onu yoldan çıkardı ve koskoca aslanı aslında olmadığı, başka bir şey sandı.

önceden üç tur kaçmıştı küçük balık. dördüncü tur ise, bir damlanın peşinden yüzerken başlamıştı. aslandan o denli emindi ki, damla ona sorduğunda "korkma - beni bilerek neden üzsün ki" demişti.






bu büyük bir hataydı.






çünkü aslan bu kez, intikam için pusuya yatmıştı.






küçük balık aslanın pençesi ile kazdığı incecik su yolundan, bilmeksizin tuzağının kucağına yüzerken - serin rüzgarlar esmeye başladı şehirde...denizleri dalgalandırdı, ıslıklar çaldı, insanların içlerini üşütüp, dışlarını bıçak gibi kesti bu rüzgarlar.


su ve ateş olacakları kutlamaya hazırlanıyor, toprak herşeyi uzaktan sessizce izliyordu. yalnızca hava "dur küçük balık, dur - bu bir tuzak! geri dön...hala şansın varken dön!" diyerek, şiddetle esiyordu. o estikçe toprak tepkisizce onu izliyor, su onun küçük balığa yaptıkalarını sıralayarak güvenilmezliğini vurguluyor, ateş ise onu kıskançlıkla ve küçük balık konusunda saplantılı olmakla suçluyordu.




küçük balık bunların hepsini duyuordu.




toprağa şaşırmıyordu, suya hak veriyordu, ateşi anlıyordu. ama havayı seviyordu.




yine de durmadı, yoluna devam etti küçük balık.




öyle çok yanmıştı ki hava yüzden canı, artık ona güvenmiyordu. sonunda, esen tüm rüzgarlara rağmen, kendini aslanın pençeleri ile kazıyarak hazırladığı ufak havuzda buldu.






çok yakındı.






ateş ve su dansediyordu.






çok yakındı.






toprak sessizliğini koruyordu.






çok yakındı.






hava artık durmuş, rüzgarını susturmuştu. sessizdi ama, sudan çıkmış balığa çevirdiğini bildiği bu balığın sorumluluğunu hisseiyordu.


olanlar onun suçuydu, en başından hiç sudan çıkarmamalıydı o küçük balığı! kimse onu dinlemese bile, mutlaka bu işe mani olmalı, küçük balığı hem aslandan, hem de kendinden korumalıydı.


çünkü herşeye rağmen, bu balık onundu.




"evet," hava kendisine itiraf ediyordu "ateş haklıydı"; söz konusu olan küçük balık olduğunda hem kıskanç, hem de saplantılıydı.


son bir ufak esinti yolladı hava, bu kez ne diğerleri kadar güçlü ve barizdi, ne de onlar gibi balık için değildi. bu, bir tür fısıltı, ılık bir meltem gibiydi ve aslanın onu içine çekmesi ile en derinlerindekileri görebilecek, eğer yersizse tüm bu şüphe, arkasını dönüp esecekti.




ama yersiz değildi şüpheleri.




hava haklıydı.




bu küçük balığa bir tuzaktı.




ve hava her ne kadar kendi hoyrat olmuş olsa da küçük balığına, başkalarının ona zarar vermesine izin vermezdi asla.






aslan artık çok yakındı.






hava yine esti - balık onu dinlemese bile duyabiliyordu, bunu biliyordu. bilmediği, balığın onu her zaman ve herşeye rağmen, hep can kulağı ile dinlediğiydi. 




"beni en iyi tanıyanlardansın...bilmem gerekenden fazlasını bilmek istemiyorum, bana sadece yapmam gerekeni söyle" dedi balık henüz girmediği savaşları kaybedenlere has o bitmişlikle.




"git...çabuk, buradan git."


rüzgar esti, balık gitti.


suya rağmen, ateşe rağmen.


aslan uzaklaşan balığa ancak ardından bakabildi.






çok yakındı.






ama tutturamadı.

Thursday, April 29, 2010

şu anki halime teselli




"creative minds have always been known to survive any kind of bad training."

- anna freud -



Wednesday, April 28, 2010

uf

fena derecede sinir oldum bu Blogger'a! zaman zaman verdiği hatalara göz yumuyorum - kimi postları canı istedi mi eksik gösterme, zaman zaman hiç göstermeme, bazen açılmama veya post etmeme, kimi zaman resim, kimi zaman video ambargosu yapması...ama çok sıkıldım artık bundan. alternatif blog şeysi arayışındayım.

Wednesday, April 21, 2010

girls will be girls






Originally uploaded by nepnep®




"imperfection is beauty, madness is genius
and
it's better to be absolutely ridiculous than absolutely boring."
- Marilyn Monroe.





Monday, April 19, 2010

doodling


3. defter
Originally uploaded by nepnep®
she doodled. first it was stuff on random pieces of paper, things that had no story – just feeling. with time, she started to collect her doodles, intending to use them in her oil paintings.


it had now been more than 4 years since the blue girl had touched a brush. and she missed it dearly…there was something just so fulfilling about that feeling one got from the first stroke of paint on a canvas. but, she kept doodling and collection them – “just in case I ever have the time to open up the old easel.” she would answer unasked questions about what she was doing with all that junk she referred to as inspiration.

she didn't have time, she never had time. but she needed to get so much out of her system. so, she decided to start keeping pocket sized notebooks where she could doodle all she wanted. then, since she couldn’t ever find the time to actually get them on a canvas, she decided to do them in color. long story short – the blue girl had collected more than a few doodling notebooks.

doodling notebooks

Friday, April 16, 2010

happy for him

she loved the purple kid…that was much more than the blue girl could say for herself.

as she gazed out into the nothingness that stretched in front of her, the blue girl had flashbacks of a ¨once upon a time¨ first kiss. of a clear falls night where hands were held, words were whispered and promises that were never actually meant were made. yet now, after so long – on a lovely spring day, they all seemed so unreal…as if they were memories of someone – anyone, but definitely not hers.

the blue girl smiled one of her secret smiles.

¨she loves him…and it’s as clear as a bright day.¨

Thursday, April 15, 2010

The Sea House


The Sea House
Originally uploaded by tHe-piNk-pRinCeSs
La La Land had a lot to offer - especially to those who knew exactly what they did not want out of life because, those who resided here were not people who knew what they wanted – they had no idea about that...it was a place for those who knew exactly what they did not want! The blue girl was singing “and they have no problem with expressing this little detail...

Thursday, April 08, 2010

geleceğe dair ümitli olmak






çok ümitliydi gelecekten - geleceğinden. tam "hayatımda umut'a dair hiç bir şey kalmadı..." derken, ümit dolmuştu içi, hem de Mazhar Alanson sayesinde.

"aç kalmam!" dedi gözleri parlayarak, elindeki kitabı babasına gösterirken, bunca yıldır bıkıp usanmadan, kimilerinin 'çocukça bir heves' demesine aldırmadan, hazırladığı onca defterini odasında saklayan mavi kız.

Originally uploaded by nepnep®

doodling para etmez diyenler utansın!

Thursday, April 01, 2010

Karşılaştırma - Karıştırma...sakın!

onun için hissetmesi en önemli şey: Eşsiz olduğu - Biricikliği.
onun için başa gelebilecek en korkunç şey: Unutulmak. 

insanlık adına anlamsız olabilecek ancak ve fakat şahsı adına dev önemi olan bu farkındalık, onu derin sorgulamalar içerisine itmekteydi...eşsiz olduğunu hissetmeye açlığı büyük olasılıkla içten içe fazlası ile alelade olduğu, dolayısı ile yedeklenebilir - yeri doldurulabilir olduğunun düşünülmesi korkusundan kaynaklanıyor olabilirdi - ki burdan dümdüz giderse, hiç sağ - sol yapmadan, karşısına doğrudan unutulmak konusundaki korkusu çıkıyordu. gerçi, kendinsi için "alelade" diye düşünmüyordu, ama asıl mesele onun kendisine dair düşünceleri olmamıştı zaten hiç bir zaman - asıl mesele ona dair onun dışında düşünülenlerdi çünkü. evet, insanların ne düşündüklerine önem veriyordu - çünkü onlardan aldığı yansıma ile kendisini kurguluyordu. bir noktada önemli olan onun ne olduğu diil, ona ne olduğu hissettirildiğiydi dolayısı ile. herkesin tek ve eşsiz olduğunu biliyordu...ama bunu hissedemedikten sonra, öyle olmanın - öyle olduğunu düşünmenin ne anlamı vardı, ondan emin diildi. 

mavi kız sigarasının külünü silkerken "hiç, eşsiz olduğumu düşündüğünü düşündüğüm biri olmadığı için böyle düşünüyorum belki de." dedi. "ve işte burda işin içersine kıskançlığın şımarık kız kardeşi, rekabet giriyor..." diye devam etti yeniden içine çekerken dumanı. "genelde çok kesin konuşmaktan çekinirim, ama açıkça belirtmeliyim: hayatım boyunca en nefret ettiğim konsept, kelime, oluş rekabet olmuştur. açık ara hem de. canımı yakmanın belki de en etkili yolu - o yüzden de en ufak bir rekabet hissettiğim anda ya en baştan bilerek yenilip, ya da hiç başlamadan gidiyorum, kaçıyorum. çünkü biliyorum, işin aslı: istesem de, bunun için uğraşsam da kazanamam. o yüzden de baştan hiç karşılaştırılmamayı seçmeye çalışıyorum."

acı ki hayat bazen bu gidişlerini erteletiyor, kaçış yollarını tıkıyordu...kana susamışcasına rekabet kovalayanlar sarıyordu çevresini. "farkında bile diiller ne kadar hırslı, ne kadar çirkin ve acımasız göründüklerinin gözlerime." dedi ve söndürdü sigarasını. 

işte o zaman, karşılaştırıldığını bildiği - hissettiği o anlarda öyle korkuyor, tiksiniyor ve küçülüyordu ki...belki de o yüzden akıyordu. 

kaçıyordu.

unutulmamak için, yarım kalıyordu. 





dağanık odalar, kayıp resimler, eski kasetler, gönderilmemiş mektuplar...ve tüm bunlara gülen insanlar.

ses diilse bile, müzik çok acayip bir şey...ışınlanma teknolojisine hali hazırda sahip olmadığımızı düşünen ve bu konuda oldukça yanılan insanlara sesleniyorum:

olmak istediğin yere ve zamana ışınlanmak için ihtiyacın olan tek şey doğru müzik. tabi niyetin gelecekte bir yere ve zamana ışınlanmaksa, o başka - çünkü o, henüz duyulmamış bir melodide saklı.  

düşünüyorum da...yalnızca müzik de diil bunu yapabilen. benim durumumda koku daha bile etkili belki. ufacık bir esinti yeter bu tür bir yolculuğa çıkmama...

bugün naparsam yapim bir türlü "toplu" olamayan odamda, yıllardır açığa çıkmamış bir dolap dolusu kaseti kucağıma boşalttım ve zamanında söyleyemediğim herşeyi haykıran onca şarkıya, yüzüme çarptıkları hayatımdan karelere bakakaldım...sonra da, biraz buruk da olsa, gülümsedim. çünkü ne kadar acıtırsa acıtsın canını insanın yaşanmışlıklar, haklıydı "zaman herşeyin ilacıdır...geçicek" diyen tüm o insanlar. inanabilseydim keşke sözlerine o zamanlar.

Wednesday, March 24, 2010

new girlfriend

belki de salaktır?!” dedi kırmızı adam ve o denli içten kahkahalarla sarsıldı ki çevresindeki rengarenk insanlar. mavi kız düşünmek istemiyordu, aklında gezindiğini bildiği o düşüncelerle yüzleşmek istemiyordu, çünkü biliyordu – o düşünceler ona hep düşman oluyordu. etraftan cümledeki “belki de”nin fazlalığına dair yorumlar geliyordu. kız onları dinlemek, haklılıklarına inanmak istiyordu – kendini içten içe yalan olduğunu bildiği o "belki de mor çocuk gerçekten de salak!" ihtimaline inandırmak için tamamen susuyor, sessizleşiyordu.

Ve bunun her zamanki gibi işe yaramasını umuyordu.

şimdi, bu kadar zaman ve olaydan sonra, ne dilindeki suskunluğun, ne de zihninde yaratmaya çalıştığı sessizliğin çare etmez olduğunu görüyordu kız, çünkü aslında biliyordu, zaten çocuk da en başından beri kabul ediyordu: o bir çok şeydi...ama salak? hiç olmamıştı. 

Saturday, March 06, 2010

3 gün - 3 days


I ran off to İzmir for an early birthday celebration with my friends and returned home for my actual birthday. Izmir was good, but I still don’t think I’d rather live anywhere else – I am Ankara. 



Monday, February 22, 2010

MOJO

Ankaralılar Dib Sahne'de MOJO ile tanışıyor...



Bilindik tiyatro oyunlarının aksine uslup olarak sert bir oyun izlemek isteyenler Dib Sahne'ye koşuyor. Jez Butterworth'un yazdığı İlham Yazar tarafından yönetilen "MOJO"  gece hayatının kaybolmuş umutlarını yitirmiş insanlara, uyuşturucu kullananlara ve şiddete hiç alışık olmadığınız bir dille yaklaşıyor. "Jez Butterworth’un yazdığı “MOJO”nun kısa hikayesine girmeden önce oyunun ait olduğu “tür” ile ilgili birkaç temel bilgi vermek gerektiğini düşünüyorum. 1960'lara kadar uzanan In-Yer_Face akımının kökleri Alfred Jarry ve Antonin Artaud'a dek uzanır. Artaud şok ederek, daha derin anlam arama, bedensel duyumsama ve zihinsel kavramaya önem verirdi. Bu anlayış 80'lerin sonunda ciddi bir ivme kazandı Avrupa'da ve ortaya In-Yer_Face akımı çıktı. I.Y.F: Gündelik yaşamı konu edinir, seyircisini kullandığı dil ve imgelerle şaşırtır, her türlü kötülüğün olasılığını sergiler ve tabuları yıkar (yıkmayı amaç edinir), bu anlamda dolaysız bir tiyatro anlayışıdır. Oyun alanında şiddete, müstehcenliğe ve izleyiciyi şok eden özellikleriyle kimi zaman seyirciyi sarsmaya kimi zaman da onları oyuna katılmaya yönlendirir. Bu kısa ön bilgiden sonra ''MOJO'' özelinde konuşmak gerekirse; MOJO”nun bu akımın diğer oyunlarından, dolayısıyla yazarlarından daha yumuşak bir yapıya sahip olduğunu söyleyebilirim. Olay Londra Soho'da Atlantic adlı bir gece kulübünde geçer. Sokakta şarkı söylerken keşfedilen 17 yaşındaki Parlak Johnny, Atlantik Kulüp’ün sahibi olan Ezra tarafından himaye edilmektedir, ancak giderek büyüyen bir hayran kitlesine sahip olan Johnny için başka kulüp sahiplerinin de planları vardır ve gerektiğinde şiddete başvurmaktan çekinmezler. Soho'nun gece hayatına, kaybolmuş umutsuz insanlarına, müziğe, uyuşturucuya, cinselliğe ve şiddete hiç de alışık olmadığımız bir dille yaklaşıyor MOJO." İLHAM YAZAR Dib Sahne, kuruluş amacı ve fiziki yapısı sebebiyle klasik (çerçeve) tiyatro sahnesine sahip bir mekân değil (zaten olmasın da). Klasik tiyatro mekânları ve sahneleri hepimizin alışık olduğu bilindik yerlerdir (bilindik olması güzel ve faydalı olmadığı manasına gelmez elbette, sadece oraya gittiğimizde çoğu zaman karşımıza ne çıkacağını biliriz). Tıpkı az çok alışık olduğumuz, bilindik metinler ve yorumları gibi... Yukarıdaki yazıdan da anlayacağınız üzere, In-Yer_Face tiyatro biçimi, seyirciye hikâyeyi dolaysız anlatmak, onu olayın içine çekmek (ya da itmek), şok etmek, bütün gerçekleri suratına karşı tüm çıplaklığıyla vurabilmek için sıra dışı bir anlatım biçimi kullanmışlar, tabu olan meseleleri pervasızca (çoğu zaman oldukça rahatsız edici biçimde) dile getirmişlerdir. Dib Sahne'ye ve I.Y.F biçimi içinde değerlendirdiğimiz Mojo'ya bakınca yan yana şahane durduklarını gördük. İşte böyle atıldı Mojo'nun ilk adımları. Alışıldık olmayan bir metin ve diğerlerine benzemek istemeyen bir eğlence ve performans merkezi. Aslında olaylar, Mojo'nun orijinal metninde bir ofiste bir masa birkaç sandalye etrafında geçer. Ama Dib Sahne gibi bir mekanın sadece sahne kısmını kullanarak iki saatlik bir reji yapmak hem In-Yer_Face'in biçimine hem de mekana haksızlık olurdu doğrusu. Böylece oyunun tüm mizansen ve parantez içi kurgusunu değiştirip, yeniden yorumlayarak bütün hikâyeyi alt kattaki bar kısmına taşıdım. Mojo'nun tüm mizansenleri, parantez içleri seyircinin olayları 180 derecelik bir açıyla seyretmesi üzerine yeniden tasarlandı. Yani oyunu kurup seyirciyi yerleştirmek yerine seyirciyi yerleştirip oyunu kurdum. Bu yüzden döner sandalyelerde oturuyorsunuz ve üç tarafınızda hareket eden oyun ve oyuncular var. Böylece sizi hikâyenin tam ortasına koyup, her şeyi burnunuzun dibinde, gözünüzün önünde gerçekleştiriyoruz. Bilindik olmayan bir metin, diğerlerine benzemek istemeyen bir mekân, sıradan olmak istemeyen bir reji. İyi seyirler...

İlham Yazar

Şiddet / Cinsellik / Küfür içermektedir. (+18)

Yöneten: İlham Yazar
Oyuncular: Nusret Şenay, İnanç Konukçu, Ali Yoğurtçuoğlu, Doruk Nalbantoğlu, Berkan Şal, Engin Öztürk
Işık: Zeynel Işık
Ses Efekt: Çiğdem Tekelioğlu
Çeviren: Özge Kayakutlu
Sahne Amiri: Fatih Katırcı
Genel Sanat Yönetmeni: Erdal Beşikcioğlu 

Saturday, February 20, 2010

Morning Prayer



Originally uploaded by nepnep®



“maybe there are people out there who can accept me for who and what I am, instead of who or what they think I should be...

and maybe, just maybe – I’ll find them today.”

Friday, February 12, 2010

şaka gibi

bir yıl önce bu zamanlar geride bıraktığım bir sürecin yine kucağındayım. kabul, bu kez daha tecrübeliyim ama yine de "ne bitmez çile bu bea?!" nidaları atmama mani diil halim...ay yazamicam bile. 



Friday, February 05, 2010

peeeeh.



“I don’t think I’ve ever known anyone as megalomaniac as you…” said the red man to the blue girl sitting beside him. “If only you didn’t keep it all bottled up, you could maybe show a bit of it once in a while, you know - without overdoing it…I think you could be so much happier.”



“I am happy” said the girl; though she could see the look he was giving her. “What?! I am.”




“I know you can fool yourself into believing you’re happy, that’s not what I meant. I mean you could actually BE happy…real happy – not like the charade you usually put up.”